Ana Sayfa Eğitim Entegre olmak ya da olmamak…

Entegre olmak ya da olmamak…

yks

Bir gürültüye uyanıyorum bugün. Balkonumun kapısı bir uğultuya açılıyor. Bir aydır meydanı süsleyen devasa Beşiktaş bayrağının altında bir kalabalık gözüme çarpıyor. Önce son sokağa çıkma yasağını yaşayacağımız şu Pazar gününde bu kalabalığa anlam veremesem de çok geçmeden meseleyi çözüyorum: Bugün üniversite sınavı var!

Kalabalık gittikçe artarken ben, her zamanki gibi çayımı doldurup balkondaki yerimi alıyorum. Sandalyeme kurulur kurulmaz geçmişe gitmekten alamıyorum kendimi. Lise son sınıfa, üniversite sınavına harıl harıl çalıştığım günlere.

Herkesin aksine sınava kendi başıma gitmiştim. Kolumun altında kalem kutumun yanı sıra son birkaç aydır benden ayrılmayan bir tedirginlik de taşıyordum. Yok, hayır, kapıda Yasin okuyanım ya da tespih çekenim olmadığı için değil. O günleri hayatımın dönüm noktasındaymışım gibi bir hisle yaşadığımı net hatırlıyorum. Girdiğim gibi yine tek başıma çıkmıştım sınavdan. Herkesin şampiyonlar gibi karşılandığı, kucaklanıp öpücüklere boğulduğu sınav çıkışında beni karşılayan olmamıştı.

Tedirginlik diyorum çayımı yudumlarken. Kapı açılıyor o sırada. Görevliler öğrencileri sosyal mesafeli bir şekilde sıraya diziyorlar. O günlerden bugüne kalan tek duygu tedirginlik. Ne kadar güçlüyse artık. Sanki dünyanın sonu, sanki geri dönüşü olmayan bir yol, sanki ikincisi olmayan son şans. Kazanamazsam diye bir şey yok aklımda. “Kazanamazsan şöyle yaparsın.” diyen de yok zaten. Varsa yoksa o sınav kazanılacak. Neden? O da belli değil. Sonuç, daha önce aklımdan geçmeyen bir meslek…

Sayın veliler!

Ayağa kalkasım geliyor, ayağa kalkıp sandalyenin üstüne çıkasım. Kalabalığa sesleniyorum: “Sayın veliler!” bütün başlar bana dönüyor. Öğrencilerin üstünü arayan polisinden, maske ve dezenfektan dağıtan görevlisine kadar bütün başlar. “Sisteme dahil olmak için sabahın bu saatinde, hem de sokağa çıkma yasağında burada toplandınız, hepiniz hoş geldiniz. Yoo, rahatsız olmadım. Sabah sabah nedir bu gürültü, bu uğultu da nedir diye öfkelenerek buraya çıkmadım. Yanlış anlamayın. Size kızacak da değilim. Şu çocuklarınızın yüzüne bir bakmanızı istiyorum sadece. –bütün başlar öğrencilere döndü bu sırada- Hepsinin yüzünde ortak bir duygu var görüyor musunuz? Tedirginlik! Hepsi tedirgin. Ellerindeki kağıtları zor tutuyorlar, sınava gireceği salonu bile görevliye soran şu çocuklarınıza bir bakın.”

İyi fikir olmadığına karar veriyorum. Bir yudum daha alıyorum çayımdan. Sistem diyorum kendi kendime. Küçüklükten aldığı çocuklarımızı kendisine uygun hale getirme sistemi. Lafta farklılıklara yer veren, uygulamada ise bütün farklılıkları törpüleyen bu sistemin öyle ya da böyle bir parçasıyız hepimiz. Hiçbirimizin bir B planı yok. B planı diye bir şey olduğunu da ancak yaşımız otuz beşlere gelince kavrıyoruz. Otuz beşine kadar herkes sisteme iman etmiş, okullarda verilen eğitimin olmazsa olmazlığına inanmış, günü gelince sisteme entegre olma sırasını bekleyen ve hatta bunun için yarışan birer mamul. Çiğliğimiz bundan. İmal olunmaktan ileri geliyor. Doğal değil yapay.

Tedirginlik, kaygan bir zemindir, diyorum içimden. Ya da altı su olan bir arazi. Ne ayakta durabilirsiniz ne de üzerine bir şey bina edebilirsiniz. Böyle bir araziye belediye yapı ruhsatı vermezken biz tedirginlik üzerine hayatlarımızı bina ediyoruz. Hayaller dört tarafı kameralarla çevrili site, hayatlar balçık bataklık. 

İçeri giriş bitiyor ve herkes sıralarındaki yerini alıyor. Birazdan ülkenin her bir köşesinde “Sınavınız başlamıştır, başarılar” cümlesiyle bir yarış başlayacak. Kapıdaki kalabalığın uğultusu gittikçe uzaklaşan bir motorsiklet gibi. Çocuklarının gelecekleri söz konusu ne de olsa. “Ne oldu? Niye sustunuz?” diye sorasım geliyor. O sırada bir bağırış kopuyor kapının önünde. Elimdeki çayı bırakıp öne eğiliyorum. Bir kadın feryat ediyor. “Açın kapıyı! İki dakika için bir senesini mi kaybetsin çocuk?” Çocuk dediği de kolundan çekiyor kızgın kadının. “Gel anne, hadi tamam, daha fazla rezil etme beni, taksi tutalım demiştim ben!”

Çocuğu sisteme entegre olma şansını kaybettiği için öfkesine hakim olamayan bir anne diyorum içimden. Çayımı yudumluyorum. Sınava yetişemedi demeyelim de sistemin dışına çıkma şansı çocuğun ayağına geldi diyelim mi diye soruyorum. Bir an bana bakar gibi oluyor. Bacaklarımı topluyorum olduğum yerde. Ben diyorum, içimde bir yazar olduğunu üniversitenin son yıllarında fark ettim. Bir eğitim sistemi on beş yılda içimdeki bir yazarı bulup nasıl keşfedemez? Keşfedemiyor işte. Çünkü sistem keşfetmeye değil biçimlendirmeye odaklanmış. Okullarımız eğitim tezgahı değil marangoz tezgahı. En iyi dediğimiz torna tesviye atölyesi. Bunu bir yüksek lisans tezine dayanarak söylüyorum, diyorum kadına. Bir yüksek lisans tezinde okul öncesi öğrencilerinde bulunan yaratıcı ürünler koyma oranının ilkokula geldiğinde yüzde altmışlardan yüzde otuzlara düştüğünden bahsediliyordu. Şimdi düşünelim bakalım, biz bu çocuklara ilkokulda ne yapıyoruz?

Şıklardan Abdülhak Şinasi Hisar…

Sessiz kalabalık, okulun etrafındaki irili ufaklı ağaç altlarına konuşlanıyor. Yasin cüzleri açılıyor, tespihlerin şıkırtısı yükseliyor göğe. Balkonumdan görünen bir sınıfta bir salon görevlisi volta atıyor. Hangi tür kitapları sevdiğinin farkında olmayan çocuklar, Türk Edebiyatında ilk psikolojik romanı, doğu batı sorunsalını ele alan ilk piyesi, batılı anlamda ilk kitabın yazarının adını şıklardan bulup işaretliyorlar. Şu an şıkların birinde Abdülhak Şinasi Hisar’ın adının geçtiğine neredeyse eminim, soruyu okuyanları bırak hazırlayanların bile Abdülhak Şinasi’nin o edebiyat şöleni sayılabilecek üslubunun tadına baktığından şüphe duyarak. Çamlıcadaki Eniştemiz geliyor aklıma. Sonra Geçmiş Zaman Edipleri’nde kaleme aldığı portreleri hatırlıyorum. Bir gencin Abdülhak Şinasi’yi el yordamıyla bulmasının okulun bize katmadıklarını net bir şekilde ortaya koyduğunu düşünüyorum.

SES (Sisteme Entegre Sınavı) devam ederken biricik hayatımız var diyorum kendi kendime. En az on beş senesi okula giden biricik hayatımızın geri kalan otuz yılını da on beş senesini harcadığımız mesleğe vakfediyoruz. Geriye kaldığı belli olmayan belki on belki yirmi yıl için bunca şeye değer mi, bütün çaba, bütün koşturmaca bunun için mi?

Çayımdan bir yudum daha alıp gözlerimi kapatıyorum. Sandalyeme dayalı sırtım kütürdüyor geri yaslanırken. Milyonlarca dudak kıpırtısına şahitlik ediyor, milyonlarca fısıltıyı işitiyorum. Milyonlarca el milyonlarca kalemi hızlı hareketlerle kağıtlara sürüyor, duyuyorum. Hepsinin de zihninde sisteme entegre oldukları refah seviyesi yüksek günlerin hayali var. Bir gencin en büyük hayalinin sisteme entegre olmak olmasının kekremsi acılığını duyuyorum ağzımda. En fazla diyorum kendi kendime, on beş sene. On beş sene veriyorum size. On beş sene sonra bir Pazar günü bir okulun önünde gürültülü bir kalabalık gördüğünüzde…