Kenan, pandemiden önce sadece çarşamba günleri Yasin ile, pazartesileri de seninle yürürdük diyor, Ufuk’a. Ufuk, pazartesileri seninle yürümenin yanı sıra bazı perşembelerde de Fırat ile yürürdük biz, diye cevap veriyor. Kenan, Yasin’in işlerinin yoğun olduğu dönemlerde haftada iki gün yürüdüğümüz de olmuştu seninle, diye devam ediyor konuşmaya. Ufuk, ben Yasin’in işleri yoğun olduğu için seninle haftada iki gün yürüdüğüm dönemde aslında haftada üç gün yürümüş oluyordum diyor.
Aralık kapıyı ardına kadar açtığımda serin ama güneşli bir Pazar gününü, çoktan balkonuma kurulmuş olarak buluyorum. Ne zamandır boyanmayı bekleyen çamaşır telinin boyama işini bir başka pazara erteleyip oturuyorum her zamanki yerime.
İki komşunun camdan cama muhabbetine kulak kabartmaya devam ediyorum. Eskiden ne lüks hayatımız varmış, diyor Kenan. Ufuk, şimdi sokağa çıkma yasağı olmayacak, ne pazartesi ne çarşamba, çeker eşofmanları çıkardık yürüyüşe, diye cevaplıyor. Olmaz diye bağırıyorum, içimden. İki kişi yürünmez, yürümeye iki kişi gidilmez. Yürümek tek başına gerçekleştirilen bir eylemdir.

Yürüme imkânları elinden alınmış servis çocukları…
Kimse duymuyor tabi beni. İyi ki de duymuyor. Allah vermesin gençten biri duysa, yürümek deyince, ya dm’den yürümeyi anlardı yahut birine yürümekten bahsettiğimi sanırdı. Okula bile yürüyerek gitme imkânları ellerinden alınmış servis çocuklarından daha fazlasını beklememek gerekir, diyorum kendi kendime.
Biz öyle miydik? Önlüğümüzü giyinip çantalarımızı sırtımıza vurduk mu çıkardık yola. Okul yoluna. Çoğu zaman annemiz ardımızdan el bile sallamazdı. Şimdikileri servisle gönderdikleri yetmiyormuş gibi pencerelerden servise binip binmediğini bile kontrol ediyor ebeveynler. Okul yolu da okulun bir parçasıydı bizim için. O yolda öğrenirdik, yürümeyi, yürürken etrafımıza dikkat etmeyi, belki yol kenarlarında biten çiçeklerden toplamayı, bize yoldaşlık eden kedi köpeklerle ilgilenmeyi. Yağmurlu günlerde şemsiyemizi paylaşmayı, kar yağdıysa kartopu oynaya oynaya eve dönmeyi, -günler kısalmış ve okul çıkışımız hava karardıktan sonraya denk gelmişse- apartman zillerine basıp kaçmayı… Bütün bunlarla okul yolunu renklendiren nesil ile okul yolunu ancak servis camlarında izleyen nesil arasında çok değil, yirmi sene var.
Yürümek isyankar bir eylemdir aslında diye geçiriyorum içimden. Bir bebeğin önce oturması, sonra emeklemesi, daha sonra da dengede durup adım atması sırtüstü yahut yüzüstü yatmaya karşı bir isyandır. Belki de insanoğlunun ilk başkaldırısıdır bu, dünyaya geldikten sonra. Ayaklanıp dengede durmaya çalıştıklarında ve ilk adımı attıklarındaki heyecan ve mutluluk duyguları bundandır belki de. İsyanla karışık başarmanın hazzıdır onların yüzünü güldüren.
Komşular pazartesi-çarşamba muhabbetinden hangi gün doğuya hangi gün batıya yürüdükleri konusuna geçiş yapıyorlar. Ben balkonumda düşünmeye devam ediyorum. Yürümek kendinle baş başa kalmaktır, diyorum onlara bakarak. İçimden. O yüzden iki kişi yürünmez.
Alışveriş, filmler, diziler, şarkılar, oyunlar ve iş hayatı, bir an bile kendinizle kalmanızı istemeyen bir elin oyuncaklarıdır. Her şeyin insanı kendisiyle baş başa bırakmamaya yönelik kurgulandığı günümüzde tek çıkış yolu yürümektir. Kendinle yürümek. Kendi başına yürümek. Bu cendereden kurtulmanın yolu yanına sadece kendini almaktır.

Tek başına yürürsen, içine dönebilirsin çünkü. İçine dönmek de düşünmekle olur. Düşünerek yürümek veya yürüyerek düşünmek. Buna “Yürünmek!” diyorum ben. Kendi iç sözlüğümü açıp Y harfini buluyorum. Z’ye yakın sayfaların birinde yer alıyor yürünmek kelimesi. Okuyorum. Yürünmek: Düşünmek amacıyla kendi kendinle çıktığın yürüyüşe verilen ad. Düşünerek yapılan yürüyüş. (Yürüyüş kelimesinin ilk iki hecesi ile düşünmek kelimesinin son dört harfi alınarak uydurulmuş bir kelimedir.)
Yürümeyi başka anlamda anlayan gençlerden sonra yürümek kavramını unutmuş yaşıtlarımı düşünüyorum. En yakın mesafeye bile yürümeye üşenip aracıyla giden birçok ceketli, etekli, pantolonlu, kıravatlı, gömlekli yetişkin canlanıyor gözümde. Sonra elbiseleri çıkarıp eşofmanlarını giyiyor aynı yüzler. Çeşit çeşit taytlar, rengarenk tişörtler, tabanları esnek spor ayakkabıları giyip geliyorlar. Hepsine ayrı birer koşu bandı veriliyor. Dakikalarca koşuyorlar. Havluları hemen yanı başlarında. Terledikçe silmek için alınlarını. Kulaklarında kablosuz kulaklık olmazsa olmazları. Yürümeyi koşu bandına, kendi başlarına kalmayı kulaklarındaki müzik yayınına vermiş yaşıtlarıma dışarıyı göstermek istiyorum. Güneşli, oksijenli ve ücretsiz sahilleri, ormanları, yürüyüş yollarını.
Yürünmek için İstanbul’da üç güzergâh!
Yürünmek için kullandığım güzergâhları tavsiye ediyorum her birine, duş sonrası giyinirlerken. Nicedir gidemediğim ama bir gün elbet geri döneceğim üç güzergâhı. Biri Topkapısından başlayan, Fevzi Paşa Cd.’siyle devam eden, Fatih Camii’nden geçerek Bayezid Meydanı’na uzanan, oradan Divanyolu’na kıvrılarak Sultanahmet Meydanı ve Ayasofya Camii’ne uğradıktan sonra tramvay yolu ile Gülhane Parkı’nda yahut Sirkeci sahilinde sonlanan ve İstanbul’un 7 tepesinden 6’sını içine alan tarihi güzergâh. (Bu güzergâh tersinden başlayarak Fatih’in arka sokaklarından ve Atpazarından geçerek Balat’a inerek de yürünebilir.) Diğeri, Taksim Meydanı’ndan başlamak üzere, İstiklal Caddesi’ni boydan boya devam edip Galata’dan aşağıya inerek ve köprüden karşıya geçerek Mısır Çarşısı’nda sonlanan güzergah.(Bu güzergah da aksi yönden yapılabileceği gibi Galatasaray Lisesi’nin arka sokaklarından Cihangir tarafına geçerek ve oradan da Tophane sahiline inilerek de yapılabilir.) Sonuncusu ise Belgrad Ormanı içinde bulunan 6 km’lik tartan pist üzerinde ormanın tam ortasında ve ağaç dallarının gölgesinde yapılan yürüyüşlerin güzergâhı.
Yürümek, evet. Ama bir başkasıyla beraber yürümek, hayır. Yürünmek, evet. Ama koşu bandında yüksek sesli müzik eşliğinde koşmak, hayır.
Komşular vedalaşıp pencerelerini kapatırken bir servis duruyor mahallenin ortasında. Otomatik kapı cızırtılı sesiyle yavaş yavaş açılıyor. İçinden ağzında maske, üstünde basketbol forması ve sırtında çantasıyla bir çocuk iniyor. Saldıray bu! Basketbola başlamış. Servisle gidip geliyorsa, demek!